Yalnızlığın Bestesi


Aynanın karşısına geçmiş üzerini giyiniyordu. Ütülü olan beyaz gömleğini sandalyenin üzerinden alıp giydi. Düğmelerini tek tek özenle ilikledi. Ütüsüz bir yeri var mı diye de aynada bir o yana bir bu yana dönüp baktı. Sonra lacivert pantolon ve beyaz gömleğine uygun olan kravatı seçmek için dolabı açtı. Dolapta dört tane kravat vardı. Kıyafetine en uygun olanı alıp boynuna geçiriverdi. Kravat üzerindeki son düzenlemeleri de yaptıktan sonra giyinmek üzere lacivert ceketine uzandı. Üzerine giydi. Tam olarak hazırdı artık. Ayakkabılarını da giydikten sonra aynadan kendisine bakarak:

“Nereden bilebilirdin ki ömrün boyunca hayalini kurduğun bu anı yalnız yaşayacaksın, çok yakışıklı olmuşsun diyen bir evladının yanında olamayacağını nereden bilebilirdin?” dedi. Derinden bir ah edip evden çıkmak üzere kapıya yöneldi. Kapıyı açtı, dönüp evine son kez baktı ve;

“Ey koskoca ev, yalnızlığımın arkadaşı olan sandalye, yıllarca çatal kaşık sesine hasret kaldığım masa, uğurlayın beni haydi hoşça kalın. Ödülümü alıp geleceğim. Bekleyin beni.” dedi.

         “Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından birisi kopmuş demektir”

Mustafa Kemal Atatürk

Mustafa Kemal Atatürk’ün bu sözünden yola çıkarak düzenlenmiş olan bir sanat yarışmasına katılmıştı. Sanatın hangi dalı olursa olsun, sanatın önemini anlatmak ve vurgulamak için yapılmış bir yarışmaydı. Herkesin kendi iç dünyasını dile getiren cümleleri vardı. Bu cümleler şiirlere, resimlere ve notalara dökülecek, şiirler ve besteler seslendirilip dinleyicilerin kulaklarına ve yüreklerine akıtılacaktı.

        Yüreklerden dökülen dertler belki de okundukça son bulacaktı. Hayatını yalnızlığa adamış olan Aslan Bey, bulunduğu ilçede bir sanat merkezinde yöneticiydi. Sanatsal birçok alanda başarılıydı. Güzel şiirler yazar, piyano çalar, besteler yapardı. Merkeze gelen öğrencilere ücretsiz olarak dersler verirdi. Piyanoyu o kadar özenle çalardı ki parmağını bastığı tuşlar sanki canlıymış gibi davranırdı. Dinleyenler hem onun çaldığı müziğe hem de piyanoya dokunuşuna hayran kalırdı. 57 yaşında, yalnız yaşayan, kendi halinde bir İstanbul beyefendisiydi. Mahallesinde sevilir ve sayılırdı. Hep saygılı olduğu için çevresi tarafından da saygı ile karşılanırdı. İstanbul Belediyesi’ne bağlı bir merkezde görevini yapıyordu. İstanbul’un her ilçesinde bu merkezlerden vardı. Merkezler arası bir yarışma düzenlenmişti. Yarışmaya isteyen yazdığı şiirlerle, isteyen çaldığı bir çalgı aletiyle, isteyen ise yaptığı bir resim ile katılmıştı. Yarışmanın tek bir şartı vardı: Katılımcılar hayatlarında iz bırakmış bir anıyı esere dökeceklerdi. Bunu başaran herkes yarışmaya katılabilirdi. Aslan Bey başlarda çok istemese de merkez arkadaşlarının ısrarıyla bu yarışmaya katılmış, hayatının en büyük anısını esere dönüştürmüştü. İki dalda da eser hazırlayıp jüriye sunmuştu. Bir şiir yazmış aynı anda da şiirini besteye çevirerek piyanoda çalmayı başarmıştı. Şiir ve çaldığı piyano ile jüri üyelerini kendisine hayran bırakıp yarışmada birinci olmuştu. Yarışma ödülleri için bir tören hazırlanmıştı ve derece alanlar ödüllerini teslim almak için törenin yapılacağı salonda yerlerini almışlardı. Aslan Bey çok heyecanlıydı. Hayatı boyunca istediği tek şey böyle bir dalda ödül almaktı. Törenin yapılacağı salona geldi. Sırası ile konuşmacıları dinledi. Daha sonra ödülünü almak üzere sahneye çıktı. Ödülünü almadan önce yarışmayı düzenleyenler yazdığı şiirin ya da şiiri yaptığı bestenin anısını kendileri ile paylaşmasını istedi. Aslan Bey peki diyerek birkaç cümleye sığdırdığı anısını, yani hayatını anlatmaya başladı. Hayatının hem en mutlu anı hem de en zor anıydı. Mikrofonu eline aldı. Seyircilere bakarak;

“Hoş geldiniz” dedi ve devam etti;

“Bu yarışmayı düzenleyen, katılan tüm arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Bu ödülü de bana layık gördüğünüz için ayrıca teşekkür ederim. Bugün yıllarca hayalini kurduğum ödülü aldım fakat bir yanım eksik olarak aldım. Hayatım boyunca bu anı eşim ve çocuklarımla yaşamak istedim. Lakin şu an yalnızım yanımda kimsem yok. Bu yokluğu dile getirmek için de özlemimi, gurbetimi, kimsesizliğimi piyano tuşları ile paylaştım. Şu hayattaki en büyük yoldaşım oldu piyanom. Dert ortağım sırdaşım oldu. Şimdi sizlere zamanda biraz yolculuk yaptırıp bu arkadaşlığın nasıl başladığını anlatacağım.” diyerek hikâyesine giriş yapmıştı Aslan Bey. Derin bir nefes alarak devam etti:  

“Bir fikrim vardı yıllar öncesinden. Bir piyano alacaktım. Piyano başında duran eşime baka baka bestesini yaptığım şarkıyı söyleyecektim. O da bana hayran hayran bakıp mest olacaktı. Sonra sırası ile Ali ve Ahmet’e piyano çalmayı öğretecektim. Ali hevesli olduğu için çabucak öğrenecekti. Ahmet ise biraz yaramaz olduğundan beni uğraştıracaktı. Düşüncesi bile beni mutlu ediyordu. Biraz para biriktirip güzel ahşap oymalı bir piyano aldım. Evlilik yıl dönümümüzde eşime hediye ettim. Hayatta birbirimizin başına gelen en güzel şey bizdik, bunu biliyorduk. Sonra çocuklarımız, sonra değer verdiğimiz her şey… Benim en büyük değerim sanattı. Bu değerimi de eşimle paylaşmak istedim. Evlilik yıl dönümümüzde hediye ettim piyanoyu.  Biraz eski model olsun istedim. İstedim ki yıllar geçtikçe değeri artsın. Yıllar sonra da antika değeri taşısın. Benden çocuklarıma kalan bir yadigâr olsun.

         Piyano hayatımın en değerli eşyası oldu. Her akşam bir şeyler çalar, şarkılar söylerdik. Bir piyanoydu belki sadece ama ailemden birisi olmuştu artık. Temizliğini ben yapardım. Tuşlarını tek tek siler, parlatırdım. Oymalar zedelenmesin diye de ipek kumaştan bir bez ayarlamıştım.

Ali ve Ahmet de benden alışıp eve her girdiklerinde baştan sona kadar piyanoya dokunur, o notaların sesini duymak isterlerdi.

               32 yaşındaydım; evli, mutlu, iki evladı olan biriydim. Çok sevdiğim bir eşim, sekiz ve altı yaşlarında iki oğlum vardı. Mutlu, kendi halinde yaşayan bir küçük aileydik. Maddi durumumuz orta ama manevi mutluluğumuz oldukça zengin bir aileydik.  İlkbaharın ortalarıydı. Gece ailecek oturmuş çay içiyorduk. Ali;

‘Baba’ diye seslendi.

‘Efendim oğlum’

‘Baba bütün arkadaşlarım pikniğe gidiyor, bizi de yarın pikniğe götürür müsün?’

‘Hanım ne dersin? Yarın Pazar, gidip güzel bir gün geçirelim mi? Bir de mangal yaparız. Top oynarız. Akşama da döneriz. Ne dersin?”

‘Gidelim tabii ki, değişiklik olur. Ben de kalkıp kahvaltı için börek yapayım o zaman.” diyerek yanıtladı eşim beni.

     Ali ve Ahmet toplarını yataklarının yanına koyup uyumak için yattılar. O gece evde sanki daha önce hiç pikniğe gidilmemiş gibi bir heyecan vardı. Sabahın erken saatinde uyanıp bütün hazırlığımızı yaptık. Arabamıza atladık, pikniğe gideceğimiz yere doğru yola çıktık. Eşim ısrarla yakın bir yere gitmemiz gerektiğini söylese de ben ısrarla evden baya uzak bir yere gitmeyi tercih ettim. Piknik yapacağımız yere geldik. Örtümüzü serip güzel bir sofra kurduk.  Yedik, içtik, eğlendik. Etraf sakindi. İnsanlar piknik yapmak için daha yakın yerleri seçiyordu. Ben ise şehrin gürültüsünden uzak bir yer istemiştim. Sadece kuş sesi, ağaç kokusu ve rüzgârın uğultusu olsun kulaklarımda demiştim. Öyle de bir yer bulmuştum. Akşam saatleri oldu. Hava kararmaya başladı. Eşime dönerek;

‘Hayatım akşam yemeğimizi de burada yiyelim, nasılsa hazırlığımız çok.’ dedim.

      Eşim biraz tedirgindi. ‘Her yer karanlık, etraf sessiz, gidelim artık.’ dedi. Biraz daha durup saati 21.00 yapıp geri dönüş için yola çıktık. Bir saati aşacak olan bir yol vardı önümüzde. Şarkı söyleyerek karanlık yollardan geçiyor, dağların arasında sanki dünyada sadece biz varmışız gibi kayboluyorduk. Tek şeritli ve karanlık bir yoldu. Ali ve Ahmet o kadar yorulmuşlardı ki arabaya biner binmez uykuya dalmışlardı. Benim de mangalın dumanından gözlerim sızlıyordu. Eşim biraz huzursuzdu. Ben neden huzursuz olduğunu anlamasam da, o birlikte geçirdiğimiz son gece olduğunun farkında gibiydi. İki dağ arsında karşıdan gelen kocaman bir tır ile karşılaştık. Tır şoförü yolda uyuyakalmıştı. Hızlıca bize yaklaşıyordu. Eşim panik halinde bağırıyor, ben ise ne yapacağımı bilemiyordum. Çocuklar annelerinin feryadından uyanmış ‘Baba, anne! Ne oluyor?’ diye ağlıyorlardı. Hani hayat durur ya bir an ya da sen öyle hissedersin. İşte tam da öyle bir andı. Ne yapacağımı bilemiyordum. İki küçük çocuğum ve eşim arabada, hepsi bana emanet ama ben onları koruyamıyordum işte. Tır üzerimize doğru geldikçe ben direksiyonu kırıyordum. Fakat nereye kıracaksın? Bir yanın dağ, bir yanın uçurum. Eşim olacakları görüyormuş gibi kafasını omzuma koyup elimi sıkıca tuttu. Bir eli ile de Ali ve Ahmet’in ellerine uzandı. Sanki o gece Aslan Bey ailesi yok olacak gibi birbirine kenetlendi. Ve tır bizim arabaya çarptı. Ben can havli ile arabayı uçuruma doğru sürdüm. Arabamız uçurumdan aşağıya yuvarlandı. Kulağımda sadece çocuklarımın ve eşimin çığlığı vardı. Gözümü açtığımda hastanedeydim. O an ne oldu, ne bitti hatırlamıyorum. Kendime geldikten sonra bana anlatılanlardan bildiğim ise şöyle;

        Arabamız uçuruma yuvarlanırken tır da dağ tarafına doğru devrilmiş. Tır şoförü yalnızmış. Tır devrildiği gibi tırın camından fırlayıp vefat etmiş. Gece ve ıssız bir yer olduğu için kaza hemen fark edilmemiş. Sabaha karşı oradan geçen bir araç kazayı görüp hemen ambulans çağırmış ama ne fayda, tır şoförü çoktan ruhunu teslim etmiş. Bizim araba uçurumdan aşağıya doğru uçtuğundan tırı görenler sadece tır kaza yaptı diye düşünüp etrafa bakmamışlar. Tır yoldan kaldırılıp, yol trafiğe açıldıktan sonra bizim araba gelen diğer arabalar tarafından fark edilip hemen ambulans ve polis çağırılmış. Ambulans gelip ters halde duran araçtan bizi çıkartmaya çalışmış. İlk olarak eşimi arabadan çıkartmışlar. Kazada başından darbe alan eşim oracıkta ölmüş. Daha sonra Ali ve Ahmet’i arabadan çıkartmışlar. Ali’ de çok zayıf bir nabız bulup hemen ambulans ile hastaneye sevk etmişler. Ahmet ise oğlum, yavrum o da annesi ile birlikte ruhunu teslim etmiş. En son beni çıkartmışlar arabadan. Çok fazla kırık varmış vücudumda. Beni de hemen hastaneye kaldırıp yoğun bakıma almışlar. Beni İstanbul’da bir hastaneye getirirlerken, Ali’yi ise başka bir hastaneye götürmüşler. Ali 15 gün hastanede kaldıktan sonra tamamen iyileşmiş bir şekilde tedavisini bitirmiş. Ben ise yoğun bakımda kendimden habersiz yatıyormuşum. Emniyet görevlileri benim kaldığım hastanede doktorlar ile görüşüp hakkımda bilgi almışlar. Hastane doktorları benim artık makineye bağlı olarak yaşayacağımı, bu durumun ne kadar süreceğini bilmediklerini ve büyük ihtimalle de öleceğimi söylemişler. Emniyet görevlileri Ali’yi teslim için bizim aile yakınlarımıza ulaşmaya çalışmışlar. Eşimin pek kimsesi yoktu. Babası vardı ona da özel bir huzur evinde bakılıyordu. Benim ise annem ve babam hayatta değildi. Kardeşim de yoktu. Hiçbir akrabam Ali’yi almak istememişti. Hal böyle iken emniyet görevlileri Ali’yi yetiştirme yurduna vermeye karar vermişler. Bütün işlemleri halledip henüz 8 yaşında olan oğlumu uygun bir yurda yerleştirmişler. Ben 8 ay makineye bağlı olarak hastanede hiçbir şeyden haberim olmadan uyumuşum. Gözümü açtığımda ise hayattan bir haberdim. Geçmişten hiçbir şey hatırlamıyordum. Param ve kimsem olmadığı için bir bakım evine yerleştirilip tedavime orada devam edildi. 3 yıllık bir tedavi sürecinden sonra beden olarak ayaktaydım. Ayağımda bir sakatlık ve sağ kolumda bir hasar kalmıştı. Kafam karışık bir haldeydi. Bana kaza ve ailem hakkında her şey anlatıldı. Üzüntüden yıkıldım. Kaybetmek neydi o an anladım. Ne yapacaktım, nasıl yaşayacaktım? Bilinmezlerle evime gittim. 3 yıl önce kapanan kapıyı açtım. Eş dost tarafından eşyalarımızın üzeri örtülmüştü.

        Şaka gibi geliyordu. Her şey yerinde duruyordu ama eşim ve çocuklarım yoktu. Güle oynaya dört kişi gittiğimiz piknikten yalnız başıma geri dönmüştüm. Ali’yi almak için kaldığı yetiştirme yurduna gittim. Ali’yi bir aileye evlatlık olarak verdiklerini, tam olarak bir işim ve evim yani Ali’ye bakacak sağlıklı bir ortamım olmadan geri alamayacağımı söylediler. Ayağım ve kolum yüzünden bir işte çalışamazdım. Bu yüzden kendimce bir iş bulup düzenimi kurayım, bir şekilde gelip oğlumu alırım diye düşündüm. Fizik tedaviye başlayıp ayağımdaki aksaklığı tedavi ettirmeye çalıştım. Aradan biraz zaman geçti. Ali’yi alan aile iş dolayısıyla yurt dışına gitmiş, Ali’yi de yanlarında götürmüşlerdi. Ne kadar ulaşmaya çalışsam da başaramadım. Başvurmadığım yer, çalmadığım kapı kalmadı. Ama nafile, ailemden elimde kalan tek varlık olan oğlumu da canlı canlı kaybetmiştim işte. O zamandan sonra aldığım ufak emekli maaşı ile geçinip yalnız yaşamaya devam ettim. Aradan tam 25 yıl geçti. Ben şimdi 57yaşındayım, oğlum Ali ise 33 yaşında. Ne ben onu biliyorum, nerede nasıl yaşıyor? Ne de o beni biliyor, hayatta mıyım değil miyim? Şimdi koskoca evim ve ahşap piyanom var. Hayatımı sanata, sanat için yaşamaya adamış bir adamım. Rahmetli eşim hep derdi ki;

‘Sen büyük bir sanatkâr olacaksın, ödüller alacaksın. Emekli olunca hiç sıkılmayacaksın. Çünkü hep piyano çalacak ve yeni eserler ortaya çıkartacaksın.’

Aslan Bey son cümlesini de ekledi;

    Bugün o gün; ben ödül aldım ve beste yapıp sanatımı herkes ile paylaştım. Fakat yalnızım Sevdiklerim yanımda değil.”

     Hikâyeyi dinleyen seyirciler, ödülü veren jüri üyeleri hepsi gözyaşlarına boğuldu. Bir anı istediler ama bir hikâye dinlediler, hem de başı mutlu sonu acı olan bir hikâye

        Aslan Bey ödülünü alıp yıllarca içinde sakladığı anılarını tekrardan omzuna yükleyip evine gitti. Evin kapısını açıp “Ben geldim.” dedi. Piyanosuna bakıp “Bu ödül senindir arkadaşım, birlikte hak ettik” deyip ödülü piyanonun üzerine koydu. Sabah olduğunda yine sanat merkezine gitmek üzere evden ayrıldı. Merkeze geldiğinde büyükşehir belediyesinden iki yetkilinin onu beklediğini öğrendi. Hemen yanlarına gidip;

“Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim, buyurun.” dedi.

     Yetkililer “Merhaba, bizler dün akşam ödül aldığınız yarışmada hikâyenizi dinledik. Size iyi geleceğini düşündüğümüz bir fikir ile yanınıza geldik.” Aslan Bey merakla;

“Sizi dinliyorum.” dedi. Yetkililer anlatmaya başladı.

 “Kaybettiğiniz ailenizin anısına bir açık arttırma düzenleyip, gelen geliri de yetiştirme yurtlarına bağışlamak istiyoruz. Bu açık arttırmanın başında olmanızı rica ediyoruz. Ne dersiniz?” dediler. Aslan Bey ne diyeceğini bilemedi. Ali’si aklına geldi ve gözyaşlarına hâkim olamadı.

    “Peki” dedi ve ekledi, “Yalnız benim de bir şartım var.”

    “Tabi ki buyurun.”

           Aslan Bey kocaman yüreği ile öyle bir teklifte bulundu ki yetkililer çok şaşırdı. Aslan Bey;

“Açık arttırmanın teması yalnızlığım olacak ve benim piyanomu da orda satışa sunacaksınız.” Yetkililer;

“Aslan Bey piyanonuzun sizdeki kıymetini biliyoruz. En yakın arkadaşınızı nasıl elinizden alırız.” dediler.

“Benim en yakın arkadaşım birçok çocuğa umut olacaksa ben onu özlemeye razıyım.” Yetkililer bu teklifi kabul ettikten sonra oradan ayrıldılar.  Hemen açık arttırma tanıtımını yapıp davetiyeleri sattılar.

     Ali yurtdışına gittiği aile tarafından büyütülmüştü ve topluma faydalı bir iş adamı olmuştu. 33 yaşına gelmiş, ailesi ile birlikte Türkiye’ye kesin dönüş yapmışlardı. Ali’ye babasının öldüğü, kazadan tek sağ çıkanın kendisi olduğu söylenmişti. Ali ailesinden hatırası olsun istemişti hep. Ama yurtdışında olduğu için de bu isteğine ulaşamamıştı. Babasını hep piyano başında hayal edip kendi piyanoları gibi bir piyano almak istiyordu. Birçok yere bakmış fakat istediği gibi bir piyano bulamamıştı. Büyükşehir belediyesine bir iş için geldiğinde yalnızlık temalı açık arttırma tanıtımını ve kıymetli ahşap bir piyano satılacağını öğrenmişti. Hemen oracıkta bir davetiye alıp evine döndü. Açık arttırmanın yapılacağı gün davetliler salonda yerlerini almıştı. Satılacak eşyalar ise sahnenin bir köşesinde duruyordu. En nadide eser olan piyano ise üzeri örtülü bir şekilde arkada bekliyordu. Ali de davetliler arasında yerini almış piyanoyu bekliyordu. Bütün eserler satılmış, sıra piyanoya gelmişti. İşe güzellik katmak için ışıkları kapatıp Aslan Bey’i piyano başına geçirdiler ve eserini çalması için ricada bulundular. Aslan Bey yetkilileri kırmayıp piyano tuşlarına basmaya başladı. Melodi Ali’yi bir anda çocukluluğuna götürmüştü. Çünkü Aslan Bey piyano tuşlarını sanki incinecek diye hafif dokunuşlarla çalıyordu. Bu ona has bir özellikti. Piyanodan çıkan müzik sesi ile birlikte Aslan Bey güzel sesi ile birlikte eserini okumaya başladı.

Gecenin sesi gündüzün güneşi
Günün güzelliği ile birleşen ilkbaharın sıcaklığı
Hayatımın yoldaşları neredesiniz?
Avuçlarımdan kayan yıldızlar hangi âlemdesiniz?
Yalnızlığım gece gibi; sessiz ve ıssız
Ya beni de alın ya da siz gelin
Bu garip adamı mutlu edin.
Ey ailem,
Nereden bilecektim ki son günümüzdü
Son neşemizdi
Son sevgimiz, son birlikteliğimizdi.
Ya beni de alın ya da siz gelin
La la la la la laaaaa
Evdeki boş masada hayalimsiniz.
Müziğim de sesim de sizsiniz.
Yalnızlığımda hayalimsiniz, neredesiniz?
Nerden bilecektim ki kaybedeceğim
Yalnızlığım gece gibi; sessiz ve ıssız
Ya beni de alın ya da siz gelin.
La la la la la laaaa

             Salonda büyük bir alkış koptu. Yetkililer ortamdaki duygu yoğunluğunu görünce hemen piyano için açık arattırmaya başladılar. Sunucu açılış fiyatını söyledikten sonra “Yok mu arttıran?” diye bağırdı. Davetliler arasında oturan Ali bir anda bağırdı. “Söylediğiniz fiyatın on katını veriyorum. Hatta yüz katını, hatta tüm servetimi, hatta ömrümü veriyorum”. Herkes şaşkındı. Bir anda bütün gözler Ali’ye çevrildi. Ali ayağa kalkıp “Baba” diye bağırdı. “Baba sen misin? Babam sen misin?” Çünkü Ali piyanoyu tanımıştı. Aslan Bey piyanoya eşinin ve çocuklarının baş harflerinden motif yaptırmıştı. Bütün salon şaşkındı. Aslan Bey perde arkasından sahneye çıkıp Ali’ye baktı. Baya yaşlanmış da olsa Ali babasını hemen tanıdı. “Baba” diye sahneye fırlayıp Aslan Bey’e sarıldı. Aslan Bey şaşkındı. “Ali’m” dedi. “Gerçekten sen misin?”

“Evet, benim.”

“Babam yaşıyorsun.” dedi ve yutkunarak devam etti. “Ali’yim ben, senin oğlun.” Aslan Bey de oğluna sarıldı. Davetliler büyük bir kavuşmaya şahit olmuşlardı. Bir piyano baba ve oğlunu kavuşturmuştu. Geçmişte olduğu gibi yine onların mutlu olmasını sağlamıştı

Arayın mutluluğu her yerde
Dimdik duran bir ağacın verdiği çiçekte
Güneşin yaydığı aydınlıkta
Denizin mavisinde
Ailede eşte dostta çocuklarda arayın
Her yürekteki mutluluğu fark edin.
Mutlu olun, mutlu edin
Mutluluk için kendinizden vazgeçin, vazgeçin ki
Başkalarını mutlu etmek için vazgeçtiğiniz şey bir gün gelip sizi mutlu etsin.
Mutlu olun, mutlu edin…

Mutluluğa göz kırp kitabından alıntıdır.